Bahar'ın Ardından: Ölüm ve Sanat Hakkında Olgunlaşan Düşüncelerim
Can dostum Bahar'ı kaybedeli neredeyse 2 ay olacak. Ondan geriye eserleri kaldı. Haliyle beni de yaşam nedir, ölüm nedir, ne diye yaşayıp üretiyoruz gibi ağır sorular yine esir aldı.
Aslında bu yazıyı yazmak istememin üzerinden çocukların okul tatilleri nedeniyle biraz zaman geçti ve o “yazasım sihiri” maalesef kaçtı. Yine de kendi düşüncelerimi toparlamak için klavyenin önüne oturdum, oturmak zorundaydım.
Biz Bahar’la Marmaris’te ayrı ilkokullara gittik, ama okul sonrasında beraber zaman geçirirdik. Annem ve babamın ofisleri de, onların dükkanı Mona Titti adlı sanat galerisi ve restoranları da yat limanındaydı. Rutinim, önce annemin ya da babamın ofisine gitmek, okul çantamı atmak, önlüğümü çıkartmak ve Bahar’ın yanına koşmaktı. Sonra oturup saatlerce resim yapardık.
Bahar, merak duyduğum konuları paylaşabildiğim ve bir şey demeden yan yana oturup sadece resim yapabildiğim, benden herhangi bir karşılık beklemeyen tek arkadaşımdı. İlkokulda yalnız ve pek anlaşılmayan bir çocuktum, o nedenle Bahar’ın yanına geldiğimde dışlanmıyor olmak benim içim çok büyük bir lükstü. Onların dükkanının önünde oturup yaptığımız resim, heykelcik ve el işlerini satardık, hatta hayatımın ilk para kazanma deneyimi de orada oldu. Şaşkınlık içinde, “Oha insanlar sanata para veriyormuş! Oha biri yaptığım işi beğendi ve para verip aldı!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. İşte o gün ağzıma çalınan bir parmak balın tadını hala hissediyorum. Huzursuzluğum bu yüzden… Biz Bahar’la hep büyüyünce sanatçı olacağımızı söylerdik, sadece nasıl, nerede, hangi sanat dalı olacağı net değildi. O, kararından vazgeçmedi. Ben ise sürekli dış seslerin beni oradan oraya sürüklemesine izin verdim.
Bugün otuz dokuz yaşındayım. Yaşlanmakta sorun yok ama adeta içimde “eee, neredeyse kırk olacaksın. İkinci yarıda neleri değişik yapacağız bakalım?” diyen bir ses peydah oldu. Sahi, ilkokulda sanattan kazandığım ilk paranın, ilk değerli hissetme deneyimimin peşinden gidebilecek miydim acaba bu sefer?
Bahar benden bir yaş küçüktü, onunla hastanede yatarkenki son görüntülü konuşmamızdan bir gün sonra, 38 yaşında aramızdan uçtu. Bahar’ın öyle benim gibi kırk yaş sonrası neler yapacağını düşünmeye, hayatının ikinci yarısı için yeni hedefler koymaya falan fırsatı olmadı. İşte o an, her şey inanılmaz yalan geliyor insana. Plan yapmak, hayal kurmak, benliğini aramak, kişisel gelişim… Hepsi ölümle karşılaştığında o kadar boş ve şımarıkça kalıyor ki… Diyorsun ki “ne için?” ya da en kötü düşünce kalıbı, “yapacam da ne olacak, önü sonu toprak…”
Cenaze sonrası uzunca bir süre eşi Güçlü ile haberleştik. Tabii o son ana kadar işin içindeydi, Bahar’ın gidişi sonrası çok ciddi bir boşluğa düştü ve her ikimizde karşılıklı sorgulamalara girdik. Ölüm sonrası “her şey boş, ölümden başkası yalan” hissiyatı insanı esir aldığı zaman, insanın yaşamayı hala değer bulabilmesi zor iş. Bir dal var orada, ama incecik. Senin ağırlığını tutmuyor gibi. Ama sonra fark ettim ki, işe bir de diğer açıdan bakmak lazım: Yaşam da en az ölüm kadar güçlü ve gerçek. Bu evrende, bunca atomun bir araya gelip bizi insan formunda şekillendirebilmiş olması müthiş bir şans aslında. Çok nadir, çok kısa, bu yüzden çok kıymetli…
Bahar, genç yaşta ölümüne kadar işte bu elindeki şansı en iyi şekilde kullandı. Birincisi çok iyi bir insandı ve asla, kimseyi üzmedi. Hatta Bahar’ın bana küstüğünü bile hatırlamam, belki ben de onu kırmışımdır ama haberim dahi olmadı. İkincisi, Bahar yolundan şaşmadı. İlkokulda dediği gibi sanatçı olma yolunda gitti. Üniversiteye gitti ama “bitirmem lazım” demedi, baktı ki ona bir faydası yok ve çok pahalı, mantığını dinledi ve geri döndü. Biz burada, Türkiye’de çıldırdık “deli mi bu kız, Kanada’dan dönülür mü!” diye. Ailesini de özlemişti belki bilemiyorum, ama hiçbir zaman “-mek lazım”larla hareket etmediğini söyleyebilirim. Ailesinin imkanı vardı, annesi Yasemin Teyzenin sanat galerisini devralıp kendi devam ettirdi, yine sanatçı olan eşi Güçlü ile aile kurdu ve hep yaşamak istediği Marmaris’teki Kale Mahallesi’ne taşındı. Hastalığının ilerlemeye başladığı son aylarda bile üretti, resim yaptı. Son Instagram gönderileri Kasım ayındaydı, oradan biliyorum. O da yayınladığı eser, yoksa sonrasında evde üretip de yayınlamadığı çok şey olduğuna eminim. Hala son konuşmamızda, “şu kemoterapi biraz işe yarasın, bir iki haftaya yatarak da olsa Frida Kahlo gibi resim yapacağım” diyordu.
O, “-mek lazım”larla değil, içinden gelerek iş ortaya koyuyordu; maddi sıkıntıları vardı, ama yine de tam zamanlı bir işe gir”-mek lazım” demedi. Diyemezdi, çünkü bu onun hiç yapmadığı ve doğasına aykırı bir düzendi. Ben onun bu cesaretine yıllarca imrenerek baktım. Reklam ajansında, kurumsal şirkette çalıştım, hatta hep freelance çalışmak istediğim halde o hayalimi gerçekleştirirken bile daima “-mek lazım”larla, istemediğim formatta, kendi kanadımı kırıp olduğumdan küçük gözükerek işler aldım. Kolayı seçtim. Göze batmamayı seçtim. Müşterinin, patronun kölesi olmayı seçtim. “-mek lazım”lar beni yönettiği için yıllarca kendi doğama aykırı hareket ettim. Şimdi çocuklarım var, sorumluluklarım büyük. Ama öncesinde de yeni ev kurduğumuz için “-mek lazım” larım vardı. Ondan öncesinde aileme karşı sorumluluklarım olduğu için “-mek lazım”larım vardı. Geriye doğru gittikçe görüyorum ki “-mek lazım”lar hiç bitmemiş, hep bir başkası tarafından dillendirilmiş ve ben onları dinlemişim.
Sonuç olarak yıllar içinde içimdeki sanatçıyı bu “-mek lazım”larla öyle bir bastırdım ki, aslında çok kolay yapabileceğim en basit grafik tasarım işlerini bile yanımdaki arkadaşlarıma devrettim. Sürekli, “ben onun kadar iyi çizemiyorum, haddime değil”lerle eğilip büküldüm. O yüzden “-mek lazım” tümörü çok fena büyüdü, her yanıma yayıldı. Şu anda yeniden üretmeye başladığım halde hala sesli olarak “ben sanatçıyım” diyemiyorum.
Bu yazının özü şu:
İnsan, sonunda nasıl olsa ölüm var diye hiçbir şey yapmadan oturarak bu şansı heba edebilir veya Bahar’ın yaptığını yapıp kendi özüne sadık kalabilir, yolundan şaşmayabilir. Üretebilir, yaratabilir, sorgulayabilir, devrim başlatabilir, fark yaratabilir, inandıkları için savaşabilir, fikirleri için hapis yatabilir, yasaklanacak kitaplar yazabilir, icabında aç da kalabilir. Yani bu ömrü, insan formunda evrende yer bulma şansını, nefes aldığımız her saniyeyi tepe tepe kullanmak tamamen elimizde.
Bahar’ın yaptığı gibi “-mek lazım”lara kulak tıkayıp yolunuzdan gidebilir ve geride onlarca kıymetli yaratım bırakabilirsiniz. Ömrünüzün ne zaman biteceğini bilemeseniz de, erken yaşta gidecek de olsanız pişmanlık hissetmediğiniz seçimlerle onu geçirebilirsiniz. (Not: Bahar’ın tek pişmanlığı maddi konulara son sene çok takılmış ve stres yapmış olmasıydı, “keşke sağlığımın kıymetini bilseydim, bu kadar takılmayıp sadece gezip daha çok üretseydim” dedi)
Veya benim yaptığım gibi ilk 40 yılı “-mek lazım”larla geçirip oyalanabilir, erteleyebilirsiniz. Bu bir kumar, oynayıp oynamamaya da biz karar veriyoruz.
Hayattayım. Ama ben de her yanıma yayılmış bu “-mek lazım” tümöründen kurtulma mücadelesi içindeyim. O kadar zor ki… Fiziksel değil, ruhsal bir savaş. Aynı yola bir daha girersem bu sefer kaybedeceğimi, kalan ömrümü yaşayan ölü olarak geçireceğimi ve pişmanlık içinde yaşlanacağımı biliyorum.
Biraz dağınık bir yazı oldu ama işte başta dedim ya, sihirim uçtu :) Neyse, yazmış olduğum için kendime aferin.
Okuduğun için teşekkürler.