"Bütün kabile kızar bana, derler bu kadın çalışmaz mı?" - MFÖ, Sanatçının Öyküsü
"Kreatif kişi kimdir, nasıl değer görür?" sorusu üzerine taş devri, illüstrasyonun altın çağı ve günümüzde bir gezinti.
Bu işin tarihçesini anlamak gerekiyor çünkü daha önceki yazılarımda “sanatın para etmesi” konusuna kökünden girmek istiyorum ve grafik tasarım tarihi bu açıdan büyük öneme sahip.
1880-1920 arası, yani 1. Dünya Savaş’ının hemen öncesindeki dönem illüstrasyonun altın çağı olarak biliniyor. Bana yeni tanıştığımız ve çok sevdiğimiz, yaşça büyüklerimiz olan bir çiftin ödünç verdiği iki kocaman kitapta bu dönüşümü kronolojik olarak çok net görebildim ve sizlerle paylaşmak istedim.
Bu altın çağ boyunca, adeta resime, çizime yeteneği olan pek çok kişi güzel sanatlar yolundan ayrılıp illüstrasyona yönelmiş. Tiyatroların, kabarelerin, balenin, dans gösterilerinin, sirklerin müthiş patlama yaptığı dönemler bunlar. Edebiyat da az buz bir sektör değil; düşünün ki Netflix’teki dizinin yeni bölümü yerine sevdiğiniz yazarın yeni romanını ya da şiir kitabını heyecanla bekliyorsunuz. Haliyle böyle bir yaratıcı üretim ortamında gösteriler için afiş ve kitaplar için resimlemeye bolca ihtiyaç duyulmuş, parlayan yıldız olarak görülen yaratıcı kişilere de artık yağlı boya portre siparişleri yerine çok daha fazla illüstrasyon işi teklif edilmeye başlanmış.
Doğal olarak bu uzmanlık alanının ana amacı bir şeyi duyurmak, bir konu hakkında detaylı bilgi verebilmek ve o duyurulan şeyin, örneğin ürünün veya eğlence formatının satışını yaptırabilmek olunca işin içerisine yazı da girmiş ve tipografi önem kazanmış. İlk illüstrasyon örnekleri bu açıdan, at arabasından otomobile geçişte görülen özelliklere sahip: Arabalar nasıl ki at arabalarının atsız versiyonu gibi bir görünüşteyse, aynı şekilde afişler de üzerine yazı eklenmiş tabloları andırıyor. Her şey, ama her şey, yazılar dahil elle yapılıyor. Gerçek boyalar, fırçalar kullanılıyor, kağıtlar kesilip yapıştırılıyor. Fiziksel ile (henüz dijital demiyorum tabii) mekanik olanın arasında neredeyse hiçbir ayrım yok. Matbaalar var, ama onlar da elle yapılanın çoğaltılmasında bir tür ara role sahipler ve yine bir bakıyorsunuz ki o makinelerin de başında insanlar var yine bir şeyleri elle ayarlıyor, boyaları elle yayıyorlar. Adeta o dönemin kreatifgilleri, yaratıcılık denizinde yüzüyor ve türlü türlü teknikler, tarzlar deniyorlar, üstelik başka sanat dallarındaki diğer kreatiflerle de oldukça iç içe çalışıyor ve birbirlerinden esin bularak coştukça coşuyorlar.

20’lerin sonu ve 30’ların başlarında ise grafik tasarım ilk defa illüstrasyondan ayrılmaya başlandı deniyor. Sadece mekanik yazı fontlarıyla üretilmiş Dadaist işler, dönemin ilk tipografi odaklı modernist tarz denemelerini ortaya koyuyor. İnsan, “Bu nasıl 30’lar ya, 2010 yılında grafik tasarım dersinde yapılmış modern tarz üniversite ödevi gibiler” diye düşünmeden edemiyor.
Yine de, illüstrasyon ve grafik tasarım arasındaki farkın bugünkü haline gelmesi için onlarca yıl geçmesi gerekiyor; uzunca bir süre grafik tasarımcı denilince akla elle çizim yapan, fotoğrafı dergi dizgisi ve bazı reklamlar dışında neredeyse hiç kullanmayan “sanatçı türü” geliyor. Amerika’da 1950’lerde başlayan kapitalizmin altın çağı sırasında ürünler ve markalar için yapılan görseller öne çıkmaya başlıyor. İlerleyen yıllarda marka kimliği ve bu kimliğin korunması için bazı görsel standartlar getirilmesi gibi konular gelişiyor ve logo tasarımı hiç olmadığı kadar değer görüyor.
1980’lerden itibaren ise ani bir değişim yaşanıyor. Bilişim çağına giriliyor ve dijitalleşme + kapitalizm + markalar çağı artık illüstrasyonu grafik tasarım bağlamından tamamen koparıyor. İllüstrasyon çok daha eski tip ve sanatsal kalıyor; artık resimli kitaplar dışında illüstrasyonu reklamlarda, afişlerde, hatta kitap kapaklarında dahi görmek zorlaşıyor. Nasıl olsun? Uzun emeklerle, zaman alarak hazırlanan görseller yerine dijitalde çoğaltılabilen hazır fontlar ve görseller, “fotoğraf üstüne yazıyı bas geç” tarzını doğuruyor. (Dürüst olmam gerekirse bu aşamadan sonraki tarza bir türlü ısınamadım. Basic Design 101, sevemedim seni…)
İşte, 2008 yılında İletişim ve Tasarım’dan mezun olduğumda tam da o “fotoğraf üzerine yazıyı koy işte çok düşünme, bak gazete baskıya girecek müşteri bekliyor” çağında stajyer oldum. Güncel, en son ilgilendiğim konu ise markalamaydı. Stratejiler yazdım, buna göre logolar ve kimlikler tasarladım. Neden? Çünkü çağımızın değer gören konu başlığı buydu.

Evet, her insan becerileri doğrultusunda içinde bulunduğu çağın değer gören konusuna göre şekil alır. Belki Leonardo da Vinci’yi alıp 2020’lere getirseydik çok iyi bir marka tasarımcısı olacaktı; o, kendi yaşadığı çağda ekonominin başka şeylere değer vermesi (örneğin şapel duvarına dini bir sahneyi resmetmek) sebebiyle başka türden araçlarla çalıştı ve başka türlü işler çıkarttı.
Bu süreçte benim aklıma takılan soru şu: Ekonomik sistem ve o dönem değer gören konu sürekli değişiyor ve insanlar da buna göre şekil alıyorsa, kreatifgillerin hiç sipariş almadığı halde sadece içinden geleni üretip toplum tarafından kabul gördüğü, aç veya açıkta kalmadığı bir çağ yaşanmış mıdır? Hani şu MFÖ’nün Sanatçının Öyküsü adlı şarkısındaki gibi: “Bütün kabile kızar bana, derler bu adam çalışmaz mı?” Birisinden de şöyle bir şey duymuştum, bir sanatçının en az çalışıyor gözüktüğü dönem aslında en verimli dönemidir” diye. Yani bir yerlere acele etmediğimiz, matbaaya, sosyal medyaya tasarım yetiştirmediğimiz, insan doğasıyla daha yakın yaşadığımız bir dönem olmuş mudur? (Ekspresyonizm ve sonrası diyeceksiniz biliyorum, ama o sanatçıların da çoğunun toplum dışına itilip aç kaldığını ve ancak öldükten sonra değer kazandıklarını hatırlatırım.)
Ben bu saf ve temiz dönemin şamanizm yıllarına dayanabileceğini düşünüyorum. Şamanların, kabilenin sanatçıları olduğunu düşünüyorum hatta. O yıllarda yaratıcı süreç denen şey o kadar ama o kadar hayatın içinde ve her şeyin kendisi ki, şifacılık da sanat, mühendislik de sanat, yani yaratıcı düşünce ve sorun çözme becerilerinin hepsi sanatçıda, ve tabii şamanda toplanıyordu muhtemelen. (Hoş, onda da şamana gidip “şu mağaraya bi av resmi çiz iki dua et de avımız verimli geçsin” diye sipariş verenler oluyordu tabii.)
Sanatçının bir toplumdaki varlığı, saygınlığı, kabul görmesi, diğer bireylerce arka çıkılması, aileden sayılması, diğer tüm uzmanlıklarda olduğu gibi “işe yararlık” üzerine kurulu maalesef. Ama diğer yandan bir insanın içinde bulunduğu ekonomik düzenin, onu beceri ve saygınlığı hak etme açısından en uç noktalara çekiştirmemesi, bu derece ortada da bırakmaması lazım. “Sadece sanatçılar değil ki, her meslek için geçerli bu!” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, kapitalizmin bu son çağlarında hepimiz değer kazanma yarışında son dayanma noktamıza kadar çekiştiriliyoruz belki, ama işsiz, evsiz kalma riskinin daha fazla olduğu gruplar var. Şu anki ekonomik sistemde bir doktorla, bir mühendisle aynı değerde değilim; olmak zorunda da değilim! Bir kere onlar gibi matematik ve analitik becerim yok ve çalıştıkları konuya gecelerimi gündüzlerimi adayacak bir ilgim de yok. O yüzden kazandıkları para helali hoş olsun. Ama sorun şurada başlıyor: Ben evsiz, işsiz kalacak, ortaya çıkarttıkları beş para etmeyecek, emekliliğinde ne olacağını kara kara düşünecek kadar değersiz de değilim. Kimse değil; alkolik, madde bağımlısı insan da tembellikten sokakta yatmıyor zaten. Ama bu sistem size, başarılı olamayanın sorunu kendindedir mesajını yıllardır öyle bir kakalıyor ki, ekonomik olarak dar boğazda olmanız ve anksiyeteniz yetmiyor gibi bir de kendi kendinizi suçlayıp döverken buluyorsunuz. Halbuki işsizliğin, parasızlığın ve maddi güvencesizliğin çok az bir kısmı doğrudan insanın kendisiyle ilgili bir durum; bu durumun esas nedeni sistemin kendisi.
Becerileriniz bir başkasına para kazandırıyorsa değerlisiniz. Yoksa, ı-ıh… İşte bu yüzden konuya illüstrasyonun altın çağından girdim. Çünkü o aşama, sanatın içine “başkasına para kazandırma” özelliğinin dahil olduğu, ama hala yaratıcı bireylerin hala saygınlığını koruyabildiği bir dönemdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası vahşi kapitalizm çağına girişle birlikte ise hızlı bir düşüş başlıyor: Yaratıcı bireylerin sanatçı statüsünden düşüp “ajans elemanı” haline gelişini, tasarımla ilgili dergilerin, yayınların bile sonlandığını izliyoruz. Evet, galeriler var, evet, manyak paralara satılan tablolar var; ama orada işin dinamiği bambaşka. Eserler artık birer yatırım aracı olarak görülüyor. Yani, yine “başkasına para kazandırabildiği kadar” değerliler…
Yaratıcılık becerisine sahip insan taş devrinden bronz çağına kadar şaman oldu, büyücü oldu, otacı ve ozan oldu, kabul ve saygı gördü;
Rönesans’ta şapel duvarı resimledi, heykeller yaptı, kabul gördü;
İllüstrasyon çağında afiş yaptı, kitap resimledi, kabul gördü;
Grafik tasarım çağında billboard tasarladı, logolar markalar yaptı, giderek azalan önemde de olsa, herkes Canva ile logo yapabildiğini sanmaya başlasa da bir yere kadar kabul gördü;
Şimdi ise zaten sürüne sürüne edinilen, son demlerini yaşadığımız azıcık bir değer görme olasılığının da sonuna geldik diye endişeleniyorum, çünkü bu sever de yapay zeka çağına giriyoruz. Zaten bir gıdım saygınlığımız kalmıştı, o da elden gidiyor…
Ayh… Çok karanlık yazmış olabilirim ama içimi döktüm. Bu aralar pek bir umutsuzum. Ama çabalıyorum. Bir terapiye gitsem (ki gidicem 2 haftaya) muhtemelen içinden “ilkokul öğretmenin matematik yerine yaratıcı konularda becerin olduğu için seni olduğu gibi kabul etmemiş, ondan böyle kompleksli olmuşsun” cevabı çıkabilir :)
Her insan evladının elindeki beceri ve iyi yönlerin hangi alanda olduğuna bakılmaksızın “olduğu kadar” işe yarar hissedip toplumda kabul gördüğü, kendi evini falan alabildiği, emeklilikte ortada kalır mıyım diye endişelenmediği bir dünya hayaliyle…
Okuduğunuz için teşekkürler.